bu sabah Cahit Sıtkı okurken ağladım anne
oysa daha otuzbeş değilim
yaşamla ettiğim danstan yoruldum anne
sanki un kurabiyesiyle mutlu olan çocuk ben değilim

1 Aralık 2010 Çarşamba

SENİ ESKİ DOSTUM GÜVENLE TANIŞTIRAYIM


Sevim’e...

Güven iyi çocuktur
bu yaz otuzunu dolduracak
bakma yaşına, adının ihtişamına
hayatta hep kaybeden, algılama güçlüğü de çeken, saf bir çocuktur
kırık dökük ne varsa genelde onun suçudur

ama onun sayesinde
yangında ilk kurtarılacaklar arasında olduğumu biliyorum
senin iç tüzüğünde

ne dengem ne ayarım kalmışken
gelip küçük dünyamı
sağdan soldan
arşın arşın genişlettiğini
ilk ne zaman hissettiğini
bilmek isterdim bir de

ayrıca eski pazartesilerde
tanımadığım
ama
çok iyi bildiğim senliğini yaşamayı
ne kadar sevdiğimi
ne kadar bildiğini gösterseydin
- ne bileyim belki bir sayı doğrusu üzerinde -

film dublajlarındaki, 'dilimi biliyor musun?' sorusunu sorsam
cevap alabileceğim
nesli tükenmiş varlık!
biliyorum, benim kompleks yapılı cümlelerimi
kimin tercüme edebileceğini
ve retorik sorularıma
kimin cevap vermeden sabredebileceğini
‘susacaksan, kırmızı gözlü beyaz tavşanımdan ne farkın var lan’ demeden
kimi, ben edip yakası açılmadık her şeyi
ellibiri tamamlamasa dahi açabileceğimi

ilk günden
ve daha öncesinden
-hatta hislerime baksan ezelden- beri
pastel boyalarla boyuyoruz ya birbirimizi
biliyoruz ki pek pastel renklerle değil artık
daha iyi bildiğimiz bir şey var ki
pek çok platformda
hele ki
alınacak kararlarda, duyulacak heyecanlarda
ikimiz de sevmeyiz pastel renkleri

ne denge kalmıştı ne ayar
sen gelip küçücük dünyamı
sağdan soldan
arşın arşın genişletene kadar
bir gün beste, bir gün güfte parkında zırt pırt karşılaşınca
buluşmalara başladık bir gün hüzün, bir gün hınzırlık bankında
çamaşır suyu kadar hijyen diyaloglaştırdık her konuyu
ve mikroskop camı kadar ayrıntıcı ele alıp
saatlerce kurtardık dünyayı
sonra amaaan deyip İstanbul semalarına saldık
ayrıntılara boğduğumuz diyaloglarda
az kalsın kahkahadan boğulacaktık

kocaman gözlerinin içinden
kocamaan yüreğini açarken usul usul
üçüncü tekil şahıs olmaktan çıktın
peşpeşe takılıp yollarda uygun zamirler ararken
ben selektör yaptım
sen korna çaldın
kahveler yudumlanırken
okunan mısraları
yapılan mizahları
-nerden buldum bilmem-
misinalara dizip gerdanlıklar yaptım
artık dertlerle değil
senin yunus varlığınla gerdan kırmaya başladım
boynumda dizi dizi gerdanlığım

her sözün reçeteydi bana
ve okumak için ihtiyacım yoktu
hiçbir eczacıya
sana aşkı, derdi, mutluluğu, hüznü anlatırken
sen kâh primitif kâh post-modernist
kâh romantik kâh realist açılarını
çok amaçlı defterime çizerken
fotoğraf makinesi kadar yorumsuz dil bilginle
betimlerken her olguyu ve görüngüyü bana
göz açıp kapayıncaya kadar
senin kentinde
kendi özerk labirentimi inşa ettim
ve göz açıp kapayıncaya kadar
bir gökdelen oldu senden öğrendiklerim

işte böyle peş peşe takılıp
yollarda zamirler ararken uygun
sen korna çaldın
ben selektör yaptım
üçüncü tekil şahıs olmaktan çıktın
birinci çoğul şahıs olarak
pek çok cümlenin başındaki yerini aldın
ben özerkliğimin, özelliğimin heyecanıyla
bir elimi cebimden çıkarıp
çok amaçlı defterimde sonsuzlaştırırken
gördüğüm en sade ama en şatafatlı kimliği
senin işin daha zor idi
çünkü çoook bilinmeyenli bir denklemdir
insanı neyin şair ettiği

bir gün
gözlerini kısıp ışıkları süzen
her yüzeydeki dörtgenleri ölçen
gece şiirleri seanslarında
fiziksel illüzyonlar resmi geçidinin ardından
mikroplarla, böceklerle, kapıdaki ellerle el sıkışan
bir manyakla doldurduğun ajandanın sahifelerini karıştıracaksın
hatırla ki bir tek arkadaşlarımı kıskandım bizzat
acılı yakınlarıma
çarşaf çarşaf müsveddelerde hüzne endeksli şiirlerim olduğunu hatırlat
öğrencilerine
içinde dört döndüğüm bir kafes olmuş ideallerimi kavrat
ve yavruma
şairlerin toplumdaki yerini anlat
arkadaşlara
Fransızcadan gelen sözcükler esprisini patlat
ya da anlat
o kadar çok karalamayı çöpe atıp
o kadar çok eski kalemi açtık
o kadar çok kâğıt, kalemtıraş, pastel boya kullandık ki
desenlerken birbirimizi ve gezegeni
bir kırtasiyeci ahbap edinmemiz gerekti
sanal Zeki Abi veya sahici Süleyman Abi
kimse gülmeyecektir
çünkü dilimi biliyor musun sorusunu cevaplayabileceklerin nesli tükenecektir

şimdi hüzne çark etmeden şiirimden in aşağı!

tüm bunları niye yazdım?
seni eski dostum güvenle tanıştırdım...

17 Kasım 2010 Çarşamba

SEN YOKTUN, BEN ÇİRKİNDİM


bu sabahın ilk saatlerinde

boş sokaklara baktım

evdeydim, balkondaydım

eminim aklım başımdaydı

sabah nemi sadece hırkama sindi

mahalle geceden ağlamış gibi

sabahı sabah etmiş

gözleri çökmüş, yüzü solmuş

içi kabarmış, yorulmuş

sadece uykusu kaçmış

aslında derdi yokmuş

demedi, ben anladım

dedim, ne olmuş

sokaklar olduğu yerde durur

sokaklara arada yağmur vurur

güneş yetişir, kurur

sabah, geceye kaş göz ederken itler ulur

dedim, ne olmuş

tabiat yordamını bilir

her şeyin yarısı yolunu teper, gelir

öbür yarıyı bulur


bu sabahın kör vaktinde

pis sokaklara baktım

balkondaydım, ayaktaydım

öncesinde kahvaltıdaydım

aklım yanı başımdaydı

merak etme, hırkam sırtımdaydı

sabah nemi bir de kağıtlara sindi

dedim, ne olur

mürekkep dağılırsa, şair uydurur

mürekkep kuruyana kadar yaparım gurur

sahibi yetişir, okur

eli, dudağı binbir yarayı ondurur

gör ki sabahın lanet saatleriydi

sokaklar cinlerin kalesiydi

vücudum binbir kere cin çarpmış gibiydi

sabah nemi hırkamı yırtıp, sırtıma indi

ben geceyi sabahla baş göz etmiştim

içim kabarmış, yorulmuştum

sen yoktun, ben çirkindim

malum olsun, bilesin diye

avuçla şeker yedim


kör olası bu sabahın köründe

yalvararak gökyüzüne baktım

balkondaydım, ayaktaydım, yalnayaktım

ekim serinde yanmaktaydım

sen yoktun, ben çirkindim

kahvaltı mı umrumdaydı

hırkam askıdaydı

aklım başımı,

yüreğim göğsümü terk etmişti

bıraktığın kurtlar

elime tutuşturduğun umutları

bir çırpıda yemişti

sessizlik miadını doldurmuş

canımı bitirmişti

dedim, ne olmuş

yetinen yetim mi olur

yarın bugünü doldurur, dünü soldurur

zatı yetişir, olmaz dediğini oldurur

tabiat yordamını bilir

o da olur ki

aşık aşıkı bulur


13 Kasım 2010 Cumartesi

ONLAR, SİZ, BİZ


fırtınadan kaçamamışlar
fırtına koparcasına kopuyor fırtına
fırtınanın gözüne düşmüşler
gözü önüne akarcasına yemin bozuyor fırtına
her fırtınanın bir “gözü” vardır
tek bir gözü vardır fırtınanın
göz göze gelmekten hiç mi hiç korkmamışlar
göz nurdur, dil kemdir diye inanmışlar
kaçmamışlar
o, tek bir gözüyle fırtınanın
göz göze gelince donakalmışlar
toz, toprak, kir, pas biriktirip getirdiği
öfkesi öyle öfkeli
kopmuş gelmiş hangi göklerden kinli mi kinli
bozuyor kurtlanmış yeminini

yağmurdan kaçmışsınız
yağmurun aklı baston şemsiyede kalmış
yağmur gibi iniyor yağmur
hüznü öyle hüzünlü
ağlaması öyle ağlamaklı
yağmurlu yağmursuz ayırmamışsınız hiçbir günü
bakıp durup, barışamamışsınız
elinizin tersiyle kırmışsınız aynaları
bir deyin siz kaç yaşındasınız
eliniz bastonlu, şakaklarınız gümüşlü
şemsiyenin ardına sakladığınız
saçınızın aklığı mı
yoksa sakındığınız
yağmurun şemsiyede kalmış aklı mı

doluya tutulmuşuz
dolu, bir gök dolusu cam parçası gibi
takır takır dövünüyor camlarda
buz kesiyor buzdan ellerimiz
camların da çenesi takırdıyor -istemsiz
camlar... o, önünde camgüzeli kahveleri içtiğimiz
acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır
kaç yıl oldu bir ve ayrı düştüğümüz
kahveyle ahbabı bir araya getiren hayat
tatlısıyla ve malum acısıyla haktır
bak ki fincanların ağzı tatsız, yüzü köpüksüz
kalbin öyle kalpsiz
ciğerin öğle ciğersiz
fincanda buz parçalarının işi ne
rakı değil ki kafaya diktiğimiz

6 Ekim 2010 Çarşamba

ON BEŞ GÜN

İLK GÜN
irice bir hasrete gebeydi sanki sesin
tanıdık, tanımadık tüm hasretlerin bileşkesiydi sanki
sesin, senden özge bir can taşır gibiydi
çıkmak üzere bir can gibi endişeliydi
bu tını, bu ayrılığın doğuracağı apalak bir hasretin müjdesiyse bana
bu gidiş sandal sefası gelir
sana ilk kez merhametsizim
sancısız doğum olmaz
asırlardır böyle olmuştur
nasıl ki hasret, hep acıyla kıvranan aşktan doğmuş,
aşk, gözbebeklerinden zevküsefa içinde hasıl olmuştur

TEZATLI GÜN
hava çok sıcak, şehrin yüzü soğuk
boş dallar, boş yollar, boş bakışlar,
götünün felleri düşmüş
ama gözlerinin feri son bir gayret yanmış kadınlar gibi dizilmiş kasabalar,
aralarına orta yaş gibi çökmüş
‘piknik yapmak yasaktır’ ağaçlıklar...
bu ağaçlardan bizim köyde pek yok
kentte zaten ağaç yok
her şey yabancı
her şeyi gözüm bir yerden ısırıyor
ama hiçbir şey beni ısıracak kadar tanımıyor

BİR GÜN
sesin heyecansız mıydı,
ben mi alıngandım ne?
saatlerce doldurdum durdum kendimi
yıllar çarpı tüm anıları bir kez daha yaşadım
ellerine baktım, gözlerinle konuştum,
ağladım, güldüm, inledim,
tokat attım, tokat gibi sözlerle ayıldım,
görmezden geldim, görmezden gelmene kızdım,
keyfini sordum, keyifsizliğimi anlattım,
sabrettim, coştum, kırıldım, kahroldum
saatlerce kendimi doldurdum durdum
bile isteye patlamadım
günlerden başka bir güne sakladım

KIYAS GÜNÜ
ben bir başıma çimenlere uzandım
ıslaktı
sen devam ettin, yaşanacakları yaşadın
haksızlıktı

KARARSIZ GÜN
son sözlerinden sonra budadım hepsini
bir tek dala bile konamadın aklımda
öyle bir keyifle devirdim ki saatleri...
hem çakırkeyif de değildim
hayatımdaki her güzel şey üşüştü başıma
iç sesimle hiç diyaloğa girmeden
her birine eğildim
şimdi bu tüy kalem raksederken parmaklarım arasında
sen de böyle geçirmiş ol bugünü
duam mı olsun?..
hasretle kahretmiş ol
bedduam mı?..
içimde ne çok ses var!

SOĞUK GÜN
yıldızsız bir kutup gecesine sıvadık kolları
kalabalığız
bilmem kaç dilde sözcükler asılı havada
havaya “chilly” diyorlar
ama ben anamın karnında cenin olmayı isteyecek kadar üşüyorum
bir cenin kadar yalnızım
tek fark anamın karnında olmayışım
kuru kalabalığız
yıldızsız bir kutup gecesini alkışlıyoruz
bir gündüz doğuracak diye

DUYUSUZ GÜN
Shakespeare’in şımarığı gibi çark ettirdin beni
ıslah değil, ızdırap
zaten o komediydi
bunun ne türü, ne üslubu belli
bu rengarenk çingene kostümü içinde
benim rengim ne ki?
ormanın ortasında bir tane ağaç gözüme çarpmıyor
körüm...
kalıbından kazara fırlamış bir buz parçası
kimselerin görmediği bir yerlerde,
bir başına erimeye mahkum,
bir damla ılık suya hasret
hissizim...
bu ilham kaynağı şehrin ortasında
ne söyleyecek bir şarkı,
ne kurt dökecek bir çingene havası
dilsizim...
dilsiz, hissiz, körüm, kor korum,
mecburum!..

GÜNLERDEN BAŞKA BİR GÜN
dakikaları yün eğirir gibi geçirdim
elime dökülen kahveyi kendime bahane ettim
dev bir ağacın arkasında epeyce bağırarak ağladım
yandığım kadar yakmak istedim -egoistçe-
sonra
öyle kolay mı dedim
herkes sen mi dedim
elim hala kızarıktı ama ağlamayı kestim

YANLIŞ ANLAMA GÜNÜ
sesin pek heyecanlıydı
beni mi özledin, sevilmeyi mi?
biri bana alıngan mı dedi?
kırılganım evet,
hem de saf kan hassasım
ama alınganlık bir güne mahsus idi!

TELAŞLI GÜN
hava ne kadar kararmış
ormandaki patikadayım
gittikçe uzuyor yol kabus gibi
kırmızı başlığım yok, kırmızı telaşlarım var
korkularımla yolumu ayırdığım günlerden beri
ilk kez az da olsa korkuyorum
yıllar yılı taşıdığım,
birlikte gömüleceğimi sandığım korkularımdan nasıl caydırıldığımı
gülümseyerek anılayıp
patikayı azimle adımlıyorum

ARADA ÜÇ GÜN
ayrılıklı vuslatlı girdabın gözünde yaşayan ruhum
vücudum buraya düştü düşeli daha bir darda
evvelsi gün seni istediğin gibi andım
sonra üç geceyi iki gündüze bağladım
bağları üçüncü gün Manş Denizi'ne attım

DÖNEK GÜN
dönsem ve her şeyi tersine döndürsem
güneş bana akşam doğsa, sabah sonsa,
üç gece üst üste sekizer saat uyuyabilsem,
şiiri bırakıp romana dönsem
vazgeçsem böyle yaşamaktan çok çile, az katık
ya da vazgeçsem yaşamaktan
her şeyi tersine döndürsem
dönsem...
çıplak ayaklarına yüzümü basıp
ölsem artık!

SON GÜN
şimdi boşa çıktığını anladığım bir dizi ümitle çıkmıştım yola
hep peşimde, göğüs kafesimde taşıdığım,
o büyümesi engellenemeyen canlının yüreğini çıkarıp
getirecektim sılaya
ortasında insafsızca kanat çırpan kara kuzgundan
kurtarıverecektim yoğun bakıma muhtaç göğsümü
kafesinin parmaklıklarını âleme ibret olsun diye
yol kenarlarına dikecektim
sonra memlekette bir oh çekecektim
artık boşa çıkmış bir dizi ümitle çıkmıştım yola
şimdi...
bu zift kara göğsün ortasında çaresizce çırpınan bembeyaz kuş
bir gün kurtuluverir
ya da ellerim tarafından boynu kırılıverir sanma!
onu burada da bal kaymakla besliyorum
sanma ustura bakışlarım bir cellada ait,
gelgitlerime aldanma
bilmem kaç yıl daha sürer ama
dünyanın anasını satıp
bu canlıyı göğüs kafesimde sonsuza dek büyütmek istiyorum!

26 Eylül 2010 Pazar

BÖYLE YAŞLANACAĞIZ

yaşamak
yaşlanmak demek sevgili
demek
işte böyle yaşaya yaşaya yaşlanacağız

böyle yaşamak
demeye demeye dilinin ucuna gelenleri
sadece dileye dileye
umutsuzca harcamak demek
şimdiden geçmişe karışan bugünleri

kimsenin kulağına değil de
herkesin gözünün içine bağırmak istemek
yaşamak isteği
bunu yapamadığını gördükçe hırslanmak
yapamayacağını anlayınca ölümü kıskanmak

hırs
dünyaya iyice bir belletmek istemek
onu neye çevirmek istediğini
dünyanın kayıtsızlığını sezdikçe bilenmek
seziler yerleşince yalnızlık dilenmek

yalnızlığı
yavaş yavaş zerk etmek gerek
güneşin yüzüne ağustosu
ayın yüzüne sudan yoksunluğunu vurmak gerek
biraz
kan kusarken şerbet içtim demek
biraz
kızılcık ağaçlarıyla kavga etmek
yaşamanın da, yaşlanmanın da nevrini döndürüp,
çekip en iyi bilenmiş silahını
tabiatı vurmak gerek

yaşamak
acıyla atbaşı yürümek demek sevgili
yine de
umutla
acıların gözüne sokmak istemek haktır
sayılı acısız günlerini
haksızlıklardan bezince kızmak
kızıştıkça umutlarından kısmak
ve ölümüne susmak

yaşamak yaşlanmak demek sevgili
demek ki
böyle yaşaya yaşaya yaşlanacağız

6 Eylül 2010 Pazartesi

SONBAHAR GİBİ YALVARMA!

sonbahar zorluyor kışı
takmış bileğine yaz güneşini
rüzgâr yapıyor güya hafif el hareketleriyle
güçlünün galibiyeti
kahramanların isimsizlik derdi
değil bilgisi dahilinde
çok şey almış ki göze
saldırıyor kendince

kış nasıl da anlayışsız
anlamıyor
sararmış yapraklara basalım el ele,
bir sen, bir ben sırtımızı ıslak toprağa basalım
adı var, kendi yok o yağmurda ıslanalım
ayrılıksa, hüzünse, acıysa da...
doya doya yaşayalım isteyen sonbaharı anlamıyor
kış anlayışsız

sonbahar, kışı bir başına zorluyor
sanki bilmiyor ondan tarafım
karalarımla baş kaldırıyorum
her kışın beyazı, her yazın kırmızısına
sığınarak ritmini bozduğum vücudumun affına
sonbahar şahsımla iş birliğine hiç yanaşmıyor
sadece yalvarıyor
kış kadar anlayışsız

-sonbahardan farksız- sen, hiçbir mevsimi var saymadan
her baharın bir sonu, her sonun bir baharı olduğunu
tabiat bağırsa da duymadan
akıllanıp, aymadan
teperek, istifleyerek geçmişe günleri -kırış kırış keten gibi-
istersin ki
varsın olsun tadına kanamadan
yeter ki uzak olsun yoğun bir kanamadan
yaşayıp gidersin
beni de içine itersin
içindeysem de bir fanusun -şırıltılı-
yaz kış üşümüyorsam, bunalmıyorsam
hiç huylanmıyorsam da
reddetmiyorum zambakla kuru soğanın botanikte bir yerde buluşmasını

-sonbahardan farklı-
çok şükür artık ağlamıyorsun
belli ki umursamıyorsun ketenin kırışmasını
bilmiyorsun
gece puslanmadan
sağanak hızlanmadan
aşık sızlanmadan var olmaz
ve bilmiyorsun
kaplanlar pısmadan
ozanlar susmadan
ciğer kan kusmadan
ellerim ellerine kavuşmaz

ellerin cehennem sıcak
ellerin cehennem gibi
ellerin cehennem
istemem zaten tırnağımın ucunun yanmasını
korkarım
nasıl bilirim acısını
ki suyla yandıydım

sen ise
gözümün içine baka baka güneşi ısırıyorsun
yapma diyorum
yanmam diyorsun
ağzın dilin çıban çıban olmuş
kaçıncı derece bir yanık bu?
ben olsam dayanamam
belki de ondan konuşmuyorsun
olsun...

bana yıldızlı sözler verme
hatta yıldızları bile
istemem hele güneşten ısırıklar
birkaç umutsuz bakış fırlat suratıma
bir tas serzeniş koy masaya
son ver bu muammaya
balkonda serçe gibi eğreti durma
bilmiyor musun
dert açılmadan
yol aşılmadan
aşk kavuşmadan bitmez
kavuşmak, tüm tarhı yolmak
kavuşmak, tabanları yollara vurmak
kavuşmak, Tibette yaşamak
istemem zaten başka memleketli olmak
bilmediğim eylülleri bilmediğim ekimlere bağlamak

bana yıldızlı sözler verme
hatta yıldızları bile
istemem hele güneşten ısırıklar
bir abanoz dalı tutuştur parmaklarım arasına
bir deniz gözyaşı serp yanağıma
kerli ferli bir ayrılık getir nihayet kapıya
son ver bu acımasız akına
sonbahar gibi yalvarma!

21 Ağustos 2010 Cumartesi

YALNIZLIĞIMI BUL, KONUŞ ONUNLA


yalnızlığımı bul ve konuş onunla
göz hizasında
gönül hizasında dur
kapkara bir gecede
bırak onu denizin bağrına
korkusuzca yüzsün
tuzlu su belki soldurur

yalnızlığımı bul ve konuş onunla
o ‘ben’im
bana gelen yol odur
ama söz ve eda kardeştir
yalnızlığımı soy ve seviş onunla
yangın ol
buz ateşle çözülür


4 Ağustos 2010 Çarşamba

AĞIDINA ÖĞÜDÜM OLSUN

o kefenlere sarılası korkuların mı ölü taklidi yapan
bir el daha ateş et kızım
sağlam olsun
kurşun geçirmez anılara mı sarınmış
o ki bunca canına susamış
koyver, eski korkular
cehennemin kör koynunu bulsun

cinlere karışası bir oyuncak bebeğin saçlarını okşadın
yeni mi anladın sahteymiş
kendi saçına dön de bak
biri uğurböceği kondurmuş-muş
uğur diye bir şey yok kızım
yol ver, batıl inançlar
kocakarıların göğsünde saklı dursun

20 Temmuz 2010 Salı

YOL VER KANATLARINCA UÇSUN



saat bir daha üç

bir saat sonra
bir daha dört olacak
bilemez kimsecikler
gece nerede ölüp
sabah nerede dirildiğimi
kaça kurulup
kaçta çaldığımı kendi ellerimdeki eldivenleri
kimlerin yalanlarıyla dostluklar kurarken
hangi gerçeklerimin defterini dürdüğümü
işbu defterinse sonu baştı, başı son gibi
ellerim hani bilinçliydi
eldivenlerim çok tedbirli
bak ki
kanatlanıp uçayım derken
sarp yamaçlara çakılan
eli kanadı birbirine dolanmış ‘ben’di

saat bir daha dört
bir saat sonra
bir daha beş olacak
güneşle dünya arasında
yeni bir oyun başlayacak
kimsecikler dünyada bilemez
bu köşekapmaca usulünce
zihnimde kaç kuleyi devirdiğimi
hangi malzemeden yonttuğumu baltamı ve küreğimi
kaç aptalı inşa edip kendi bedenimde rol bellettiğimi
bilip bilmez gibi, görüp görmez gibi, duyup duymaz gibi
ah ne zordur... sevip sevmez gibi
ön koltuklarda oturan kimsecikler bile izleyemez
“ne sahneymiş ama” dediğim hayatın ortasında
zebellah gibi dikilen korkularımı
“aslında hepsi sahteymiş evelallah” diyen cesaretimle
her gece bir yatakta tepiştiren ‘ben’di

saat bir daha beş
bir saat sonra
bir daha altı olacak
çoğalacak sokaklarda insanlar
kanatlanıp uçmak isteyen birileri
insanlıktan çıkacak
sabahın cansız aydınlığında adımlarken halıyı balkona doğru
sessizliğin, sözsüzlüğün tadını yakaladığım anları
kaçırdığım anlardan çıkardığımda elimde kalanları
yağmacı gözyaşlarıma kaptırdığımı
kuşlardan başka kimsecikler bilemez
ve ağzımda dua, elimde maşrapa
akşamsefalarını “belki” diye sularken
ne vakit fışkırıp, taşıp
ne vakit kabımın şeklini aldığımı
sen bile görmedindi
balkonlardan sarkıp
“utanmıyorum da, korkmuyorum da”
haykırışı ağzında yarım kalan
üstünden bir zift silindiri geçerken
kendini asfaltta bulan ‘ben’di

günlerden ne, ayın kaçı oldu bilmiyorum
yıl, kurduğum hayal sayısının ikibin on katı
eyvah
aklıma neler sokuyorsun
ellerime neler yazdırıyorsun
hangi harfleri alfabeden çekip yan yana dizdiğimde laf
hangi heceleri dilin süzgecinden geçirdiğimde itiraf
bir yanıma baksam, baksam da kail olsam
her iki kelamdan biri değil mi gaf
içinden çıkamam bir bir hesaplasam
geçti gider her bir an en büyüğünden israf
saymayı bilemez oldum
kaç kaşifi haritadan sildiğimi
kaç mucidi yerle bir ettiğimi
kaç şairi bir kalemde çizdiğimi
zaman, mekan, eşya, insanlar
hangisi sanki benden taraf
etimden et koparıyorlar
eyvah ki eyvah
bu durduğum yer tek kelimeyle Araf

saat saat olalı
kimseye böyle eziyet etmedi
sağ elim ağız oldu, dil oldu, kalemim sağ oldu
vücuda gelen hastalıklı dizeler oldu
salınıp uçmuyorsun, sakınıp uçurmuyorsun
odalar üstüme atılmış ağ oldu
adem adem olalı
böyle eziyet görmedi
göz gözü vurmadan güneşi bekleyen
güneşleri birbirine aysız ekleyen
kırbaçlarken kanatlarına gölge edenleri
bir ilk ki, yalvarırken kekelemeyen‘ben’di
kanatlarımca uç
her inişte dizimde uyurken seyredeceğim seni
kanatlarınca uçayım
ters yüz edeceğim astarı yüzünden pahalı her gerçeği
eyvah ki ne eyvah
saat bir daha yedi
bana bir geceyi daha sabahlatıyorsun
hangi iplerden bir çırpıda geçip
hangi trapezlerden düşüp
hangi ağlarda canımı kurtardığımı
görmezden geliyorsun
canımı alıyorsun
günlerden ne, ayın kaçı oldu umurumda değil
yıl, kurduğum hayal sayısının ikibin on katı
ne olursa olsun
hayal benim hayal değil
kanunlarıyla sabit tabiatın hakkı
yol ver kanatlarınca uçsun

13 Temmuz 2010 Salı

GÖLGEDE


ne git


ne kal

bu asaletten yoksun

esaret tablosundaki yerini al

hiç açılmadan

topak yapılmış bir mektup gibi hissettiğinde

güneş hiç doğmamış gibi olacak

sonsuza kadar gölgede saklan

bendeki olmaz olası rüyayı da

yanına al


20 Haziran 2010 Pazar

KABUL, BECEREMEDİM

bilince ne gün öleceğimi, dayanamadım
ben değil mi ölümüne yaşamadım
yaralar saramadım
karalar bağlamadım
ağrıyana dek yorulmadım
gör ki ayağımı uzatmadım
keyif de çatamadım
iyiyi kötüyü harmanlayamadım
adaklar adayamadım
sözler verip tutamadım
dilime dolayamadım
hayırlısı diyemedim
harmanlayamadığımdan öğütemedim

bilince nasıl kaybedeceğimi, değişemedim
ben değil mi kayıplara karışamadım
ayıplara erişemedim
kıyasıya çarpıştım
meydanda yenişemedim
kıyıp kesemedim
iplere dizemedim
aklımca kurdum da ne
kurtlara yetişemedim
niyetlendim yapmadım
elcikleri tutamadım
kapıları açamadım
bohçaladım ne var ne yok
eşikten aşıramadım

bilince görüp göreceğim bu, sakınamadım
ben ki hazineyi sandıktan çıkaramadım
bir cennet, iki cehennem
sıraya koyamadım
yakıp tutuşturamadım
tutuşanı yakıştıramadım
kınalar yakamadım
zaten define aramadım
eskiye rağbet etmedim
yeniyi benimsemedim
esip ama savurmadım
gürleyip ama yağmadım
hep içimi yağmaladım
dikiş tutturamadım

bilince değmeyeceğini, üstelemedim
ben değil mi yaşamayı beceremedim
hallice bir kahramandım
peri masalını öyküleştiremedim
yanağımı pembeleştiremedim
bir renk, iki katran karanlık
katıp karıştıramadım
takıp takıştıramadım
kabuslar boy boy oldu
geceye tıkıştıramadım
rüyalar...
adı üstünde
hayata sıkıştıramadım!

1 Haziran 2010 Salı

SUÇLAMALAR

bilmiyorsun sarılmayı
sarmaş dolaş olmakla karıştırıyorsun
kolların, sarılmanın ne hassas bir iş olduğundan bihaber
göğsüm, sırtım, omuzlarım kollarınsızlıktan derbeder
sarılmakla sarmayı bir sayıyorsun
bilmiyorsun işte!
sana bu saatten sonra sarılmayı öğretecek sabrım yok sanıyorsun...
ağzından kerpetenle laf almaktan daha mı zor ki?
değil mi ya ne pişman olmayı biliyorsun, ne iyi ettim demeyi
susuyorsun
dilsiz harita gibisin
bilmiyorum kaç yücelikte dağlar,
nerede düze çıkılır, nerede sulara dalınır
mütereddit yerleştiriyorum renkleri
o kadar silik ki elime tutuşturduğun kalemler
o kadar zor ki sol elle kalem tutmak
sen o kadar susuyorsun ki
kulaklarım tıkalı sanıyorum
sana öyle susuyorum ki
milyonlarca ses arasında çünkü çığlığımı ifade edecek desibel yok
sana öyle susuyorum ki
yok
yangınımla baş edecek sıvı yok
yok yeryüzünde!
her rüzgârda bir parçası dağılmış, kavrulmuş bir kuru yaprak kaldım
asılacak takatim yok dalında
aslında aşklarımızı kıyaslayacak, mısralaştıracak hevesim de yok
bilmiyorsun ki şiirin kıymetini
hiç şiir özleyecek kadar duygu yüklendin mi?
ne sancılıdır iki mısrayı gelin güvey etmek
arzular, hasretler, sitemler katar katar gelir
âşık sözcükleri katar katar yakıştıramaz
sana göre değil başı sonu olan şeyler zaten
başladığını, hatta başlattığını ne sürdürmeyi biliyorsun, ne bitirmeyi
sürüncemede bırakmayı tercih ediyorsun
laflar sürünüyor, soluklar sürünüyor, aşk sürünüyor
oyunu da kapalı kullanıyorsun
değil mi ya sürüngenler iktidar olsa
tüm âlem galeyana gelmez mi?
tüm âlem dut yemiş bülbül olsa
aslan kuyruğunu kıstırır gider mi?
ne kalmayı biliyorsun, ne gitmeyi
kovmayı kolay buluyorsun
kovana çomak sokup kovaları boşaltmaktansa
sürüncemede bırakıyorsun
gitmek sürünüyor, kalmak sürünüyor, gitgeller sürünüyor
ama sabır aslında özümüzde yok, üveydir
dolup durdukça, yosun sürünüyor kovalara
yosun sarar, su taşar bir gün
o gün hâlâ seven yamandır, hem de beydir
bilmiyorsun ama sevmeyi
sevmeyi sevişmekle geçiştiriyorsun
köpek gibi sevmeyi bilmiyorsun
sevmeyi bir yavru köpeğe acımak gibi sanıyorsun
diyorsun ‘it ürür, kervan yürür’
yürüt kervanını, yükün baharat olsun, kat aşıma
hiç diyeceğim yok
acıya da dayanırım, açlığa da
ama âşıklığa çare yok
âşıklık canıma tak ettikçe
dönüp seni suçlamaktan başka
elimden gelen bir şey yok...

9 Mayıs 2010 Pazar

ACILARINA NAZARLAR DEĞSE


anam

sen
neleri büyüttün
neleri küçülttün
güzeller güzeli yüreğinde?
ne kadar da kadındın
içini çeke çeke ağlarken
ne kadar da erkektin
gözlerinde şimşekler çakarken

ben yirmili yaşlarını bildim
sen hiç çocuk oldun mu ana?
sen hiç genç kız oldun mu?
doğduğunda bebek miydin
yoksa doğrudan acılara mı doğdun
ana kalıbında?

2 Mayıs 2010 Pazar

UMUTSUZ


bu gece

ilk kere
dua ettim
senden bıkayım diye...
ilk kere
İstanbul kendi boğazını değil, benim boğazımı kıstırdı iki yandan
çizgi filmlerdeki gibi koşarak
dağları, tepeleri aşıp
orada son avaz bağırıp
aynı hızla geri basıp
gözlerim avuçlarıma gelene dek ağlayacak bir yer yok İstanbul’da...
ilk kere Anadolu’nun hiç bilmediğim, ıssız bir köşesini hasretledim
ilk kere
git diyen, kal diyen, bilmiyorum ne yaparsan yap diyen gözlerini
yarısı boş bir kaba koyup
yabani umutlarımı
yarısı dolu o kaptan
bir Sivas Kangal'a yanaşır gibi çekine korka besledim!
dünkü boşu dolu
dünkü eğriyi doğru
dünkü yakını el

dünkü kurağı sel etmek için...

mutsuzlukla güreşip duran benliğimi minderden uzaklaştırmak için
bu masanın başından bir kalksam
bu kalemi artık kırsam
bu mutsuz kollarımı, kulaklarımı, dudaklarımı
mutsuz saçlarımdan çeke çeke
bu dipsiz kuyudan çıkarsam derken
anladığım gerçeğe istinaden içime seslendim:
mutsuz yaşanır, umutsuz yaşanmaz!

18 Nisan 2010 Pazar

ÇÖZ SALLARI, BIRAK AKINTIYA


rüzgârgülümsün

nereye savrulduğumu bilirsin
çöz salları, bırak akıntıya
batarsa batar, çıkarsa çıkar
belki kendini bulur dalgaların koynunda
amatör denizcilikten kurtuluruz
belki denizin dibini bulur
değdi der, avunuruz

çöz bu yalım yalım bağları
sevdan ayaklarıma dolanmış
hiç fark etmemişim
öyle bir esmişsin ki sap saman karışmışım
sessiz sedasız dalmış,
çığlık çığlığa pişman olmuş,
bir avazda kurtulamamışım
katranı kaynatmışım, şeker olmamış, neyleyim?
kırk tane fırın bulmuş da ben mi yememişim?
kırk gün kırk kahvaltıda kırk ant içmiş,
ince ince avuntular biçmişim
acılarımın açtığı gedikleri kapatmaz ya
yine de kırk yama seçmişim
bir bakışınla teyellerimi sökmüşsün
iplik iplik çözülmüş,
antlarımın üstüne kırk bardak soğuk su içmişim

12 Nisan 2010 Pazartesi

ADIMLAR


artık benim gidecek yerim yok

yer gök kabarmış

yerde ne kadar toprak kaymış

gökten ne hâl yağmur yağmış

daha gidecek gücüm yok

gidiş dönüşleri su yolu ederken

pabuçlarımın pençeleri erimiş

topuklarımı toprak kemirmiş


geçmiş hayatın hayvan pençesiyle

yırtılan sağ gözümden

kan sağıyor gelecek hayat

işte bugün hayat bir kabir kadar dar

ama korkmam ömrübillah sürmesinden

ölüm ağıdı bile

mevta toprağa girene kadar


artık benim gidecek yerim yok

inim inim isyan var bedende

ağır baş,

ağrılı yürek,

çatık kaş,

kırık bilek

coşmuş damarları çevreleyen ergen ten

daha gidecek gücüm yok bu enlemde


durgun göl suyu olma ümidiyle bulur

bitkin bir dere

adım atacak gücü

durulmayacak illeti ayakta tutan güdü

için için çekişme var bedende

hem, çekmişler ipini azalarımın – ekserisi öldü –

adımlara yetişecek can yok bende


geride ölçülü, ölçüsüz adımlar

ileride tadılacak gün, gece, mevsim

arkamdan ağlayan kadınlar

ortada dikilmiş, çaresizce dalar sol gözüm

ama sayılı günse, sayılı olmalı adımlar

bu da ezber ettiğim dersim

helallik bile üç sayısı kadar


artık benim gidecek yerim yok

adımlar, kötürüm günlerimi hatırlatmakta

ağrılar, vazgeçmemecesine hırpalamakta

deli başımı kaldırıp maskemi aralasam

yüreğim sevinir, benliğim övünür

aralıktan bir zerre bakış

belki anama dizlerini dövdürür

belki de hayırlısıyla eski beni öldürür


adımlar ayaklardan kesmişse umut

ellere görkemli bir devir teslimle

ola ki başka bir enlemde ve iklimde

bir çıkış olabilir mi amut

tabanlarım sürümese, sağ gözüm göstermese de

avuçlarımla yol alsın

yarısı zaten devrilmiş ömür – tanımasın hudut –


diyorlar ki acıyarak

ellerini yılan gibi sarmış siğil

ne çemberlerden geçmişim

ben de bilirim birkaç sihir

ten yarasına mı esir olacağım

aklımı doğru yere devşirmişim

hayat, doğru yaşanırsa her adımda epik şiir


avuçlarım üstünde alacağım bu yolda

her nefesime saplansa da birer ok

ne müttefik ne düşmanım

ne terbiyeci ne aslanım

sağım, solum, rengim, cinsim yok

ne sahibim ne konuk

alacağa vereceğe karnım tok

ne hancıyım ne yolcu

cambazım

benim artık gidecek yerim çok