1 Aralık 2010 Çarşamba
SENİ ESKİ DOSTUM GÜVENLE TANIŞTIRAYIM
17 Kasım 2010 Çarşamba
SEN YOKTUN, BEN ÇİRKİNDİM
bu sabahın ilk saatlerinde
boş sokaklara baktım
evdeydim, balkondaydım
eminim aklım başımdaydı
sabah nemi sadece hırkama sindi
mahalle geceden ağlamış gibi
sabahı sabah etmiş
gözleri çökmüş, yüzü solmuş
içi kabarmış, yorulmuş
sadece uykusu kaçmış
aslında derdi yokmuş
demedi, ben anladım
dedim, ne olmuş
sokaklar olduğu yerde durur
sokaklara arada yağmur vurur
güneş yetişir, kurur
sabah, geceye kaş göz ederken itler ulur
dedim, ne olmuş
tabiat yordamını bilir
her şeyin yarısı yolunu teper, gelir
öbür yarıyı bulur
bu sabahın kör vaktinde
pis sokaklara baktım
balkondaydım, ayaktaydım
öncesinde kahvaltıdaydım
aklım yanı başımdaydı
merak etme, hırkam sırtımdaydı
sabah nemi bir de kağıtlara sindi
dedim, ne olur
mürekkep dağılırsa, şair uydurur
mürekkep kuruyana kadar yaparım gurur
sahibi yetişir, okur
eli, dudağı binbir yarayı ondurur
gör ki sabahın lanet saatleriydi
sokaklar cinlerin kalesiydi
vücudum binbir kere cin çarpmış gibiydi
sabah nemi hırkamı yırtıp, sırtıma indi
ben geceyi sabahla baş göz etmiştim
içim kabarmış, yorulmuştum
sen yoktun, ben çirkindim
malum olsun, bilesin diye
avuçla şeker yedim
kör olası bu sabahın köründe
yalvararak gökyüzüne baktım
balkondaydım, ayaktaydım, yalnayaktım
ekim serinde yanmaktaydım
sen yoktun, ben çirkindim
kahvaltı mı umrumdaydı
hırkam askıdaydı
aklım başımı,
yüreğim göğsümü terk etmişti
bıraktığın kurtlar
elime tutuşturduğun umutları
bir çırpıda yemişti
sessizlik miadını doldurmuş
canımı bitirmişti
dedim, ne olmuş
yetinen yetim mi olur
yarın bugünü doldurur, dünü soldurur
zatı yetişir, olmaz dediğini oldurur
tabiat yordamını bilir
o da olur ki
aşık aşıkı bulur
13 Kasım 2010 Cumartesi
ONLAR, SİZ, BİZ
6 Ekim 2010 Çarşamba
ON BEŞ GÜN
irice bir hasrete gebeydi sanki sesin
tanıdık, tanımadık tüm hasretlerin bileşkesiydi sanki
sesin, senden özge bir can taşır gibiydi
çıkmak üzere bir can gibi endişeliydi
bu tını, bu ayrılığın doğuracağı apalak bir hasretin müjdesiyse bana
bu gidiş sandal sefası gelir
sana ilk kez merhametsizim
sancısız doğum olmaz
asırlardır böyle olmuştur
nasıl ki hasret, hep acıyla kıvranan aşktan doğmuş,
aşk, gözbebeklerinden zevküsefa içinde hasıl olmuştur
TEZATLI GÜN
hava çok sıcak, şehrin yüzü soğuk
boş dallar, boş yollar, boş bakışlar,
götünün felleri düşmüş
ama gözlerinin feri son bir gayret yanmış kadınlar gibi dizilmiş kasabalar,
aralarına orta yaş gibi çökmüş
‘piknik yapmak yasaktır’ ağaçlıklar...
bu ağaçlardan bizim köyde pek yok
kentte zaten ağaç yok
her şey yabancı
her şeyi gözüm bir yerden ısırıyor
ama hiçbir şey beni ısıracak kadar tanımıyor
BİR GÜN
sesin heyecansız mıydı,
ben mi alıngandım ne?
saatlerce doldurdum durdum kendimi
yıllar çarpı tüm anıları bir kez daha yaşadım
ellerine baktım, gözlerinle konuştum,
ağladım, güldüm, inledim,
tokat attım, tokat gibi sözlerle ayıldım,
görmezden geldim, görmezden gelmene kızdım,
keyfini sordum, keyifsizliğimi anlattım,
sabrettim, coştum, kırıldım, kahroldum
saatlerce kendimi doldurdum durdum
bile isteye patlamadım
günlerden başka bir güne sakladım
KIYAS GÜNÜ
ben bir başıma çimenlere uzandım
ıslaktı
sen devam ettin, yaşanacakları yaşadın
haksızlıktı
KARARSIZ GÜN
son sözlerinden sonra budadım hepsini
bir tek dala bile konamadın aklımda
öyle bir keyifle devirdim ki saatleri...
hem çakırkeyif de değildim
hayatımdaki her güzel şey üşüştü başıma
iç sesimle hiç diyaloğa girmeden
her birine eğildim
şimdi bu tüy kalem raksederken parmaklarım arasında
sen de böyle geçirmiş ol bugünü
duam mı olsun?..
hasretle kahretmiş ol
bedduam mı?..
içimde ne çok ses var!
SOĞUK GÜN
yıldızsız bir kutup gecesine sıvadık kolları
kalabalığız
bilmem kaç dilde sözcükler asılı havada
havaya “chilly” diyorlar
ama ben anamın karnında cenin olmayı isteyecek kadar üşüyorum
bir cenin kadar yalnızım
tek fark anamın karnında olmayışım
kuru kalabalığız
yıldızsız bir kutup gecesini alkışlıyoruz
bir gündüz doğuracak diye
DUYUSUZ GÜN
Shakespeare’in şımarığı gibi çark ettirdin beni
ıslah değil, ızdırap
zaten o komediydi
bunun ne türü, ne üslubu belli
bu rengarenk çingene kostümü içinde
benim rengim ne ki?
ormanın ortasında bir tane ağaç gözüme çarpmıyor
körüm...
kalıbından kazara fırlamış bir buz parçası
kimselerin görmediği bir yerlerde,
bir başına erimeye mahkum,
bir damla ılık suya hasret
hissizim...
bu ilham kaynağı şehrin ortasında
ne söyleyecek bir şarkı,
ne kurt dökecek bir çingene havası
dilsizim...
dilsiz, hissiz, körüm, kor korum,
mecburum!..
GÜNLERDEN BAŞKA BİR GÜN
dakikaları yün eğirir gibi geçirdim
elime dökülen kahveyi kendime bahane ettim
dev bir ağacın arkasında epeyce bağırarak ağladım
yandığım kadar yakmak istedim -egoistçe-
sonra
öyle kolay mı dedim
herkes sen mi dedim
elim hala kızarıktı ama ağlamayı kestim
YANLIŞ ANLAMA GÜNÜ
sesin pek heyecanlıydı
beni mi özledin, sevilmeyi mi?
biri bana alıngan mı dedi?
kırılganım evet,
hem de saf kan hassasım
ama alınganlık bir güne mahsus idi!
TELAŞLI GÜN
hava ne kadar kararmış
ormandaki patikadayım
gittikçe uzuyor yol kabus gibi
kırmızı başlığım yok, kırmızı telaşlarım var
korkularımla yolumu ayırdığım günlerden beri
ilk kez az da olsa korkuyorum
yıllar yılı taşıdığım,
birlikte gömüleceğimi sandığım korkularımdan nasıl caydırıldığımı
gülümseyerek anılayıp
patikayı azimle adımlıyorum
ARADA ÜÇ GÜN
ayrılıklı vuslatlı girdabın gözünde yaşayan ruhum
vücudum buraya düştü düşeli daha bir darda
evvelsi gün seni istediğin gibi andım
sonra üç geceyi iki gündüze bağladım
bağları üçüncü gün Manş Denizi'ne attım
DÖNEK GÜN
dönsem ve her şeyi tersine döndürsem
güneş bana akşam doğsa, sabah sonsa,
üç gece üst üste sekizer saat uyuyabilsem,
şiiri bırakıp romana dönsem
vazgeçsem böyle yaşamaktan çok çile, az katık
ya da vazgeçsem yaşamaktan
her şeyi tersine döndürsem
dönsem...
çıplak ayaklarına yüzümü basıp
ölsem artık!
SON GÜN
şimdi boşa çıktığını anladığım bir dizi ümitle çıkmıştım yola
hep peşimde, göğüs kafesimde taşıdığım,
o büyümesi engellenemeyen canlının yüreğini çıkarıp
getirecektim sılaya
ortasında insafsızca kanat çırpan kara kuzgundan
kurtarıverecektim yoğun bakıma muhtaç göğsümü
kafesinin parmaklıklarını âleme ibret olsun diye
yol kenarlarına dikecektim
sonra memlekette bir oh çekecektim
artık boşa çıkmış bir dizi ümitle çıkmıştım yola
şimdi...
bu zift kara göğsün ortasında çaresizce çırpınan bembeyaz kuş
bir gün kurtuluverir
ya da ellerim tarafından boynu kırılıverir sanma!
onu burada da bal kaymakla besliyorum
sanma ustura bakışlarım bir cellada ait,
gelgitlerime aldanma
bilmem kaç yıl daha sürer ama
dünyanın anasını satıp
bu canlıyı göğüs kafesimde sonsuza dek büyütmek istiyorum!
26 Eylül 2010 Pazar
BÖYLE YAŞLANACAĞIZ
yaşlanmak demek sevgili
demek
işte böyle yaşaya yaşaya yaşlanacağız
böyle yaşamak
demeye demeye dilinin ucuna gelenleri
sadece dileye dileye
umutsuzca harcamak demek
şimdiden geçmişe karışan bugünleri
kimsenin kulağına değil de
herkesin gözünün içine bağırmak istemek
yaşamak isteği
bunu yapamadığını gördükçe hırslanmak
yapamayacağını anlayınca ölümü kıskanmak
hırs
dünyaya iyice bir belletmek istemek
onu neye çevirmek istediğini
dünyanın kayıtsızlığını sezdikçe bilenmek
seziler yerleşince yalnızlık dilenmek
yalnızlığı
yavaş yavaş zerk etmek gerek
güneşin yüzüne ağustosu
ayın yüzüne sudan yoksunluğunu vurmak gerek
biraz
kan kusarken şerbet içtim demek
biraz
kızılcık ağaçlarıyla kavga etmek
yaşamanın da, yaşlanmanın da nevrini döndürüp,
çekip en iyi bilenmiş silahını
tabiatı vurmak gerek
yaşamak
acıyla atbaşı yürümek demek sevgili
yine de
umutla
acıların gözüne sokmak istemek haktır
sayılı acısız günlerini
haksızlıklardan bezince kızmak
kızıştıkça umutlarından kısmak
ve ölümüne susmak
yaşamak yaşlanmak demek sevgili
demek ki
böyle yaşaya yaşaya yaşlanacağız
6 Eylül 2010 Pazartesi
SONBAHAR GİBİ YALVARMA!
takmış bileğine yaz güneşini
rüzgâr yapıyor güya hafif el hareketleriyle
güçlünün galibiyeti
kahramanların isimsizlik derdi
değil bilgisi dahilinde
çok şey almış ki göze
saldırıyor kendince
kış nasıl da anlayışsız
anlamıyor
sararmış yapraklara basalım el ele,
bir sen, bir ben sırtımızı ıslak toprağa basalım
adı var, kendi yok o yağmurda ıslanalım
ayrılıksa, hüzünse, acıysa da...
doya doya yaşayalım isteyen sonbaharı anlamıyor
kış anlayışsız
sonbahar, kışı bir başına zorluyor
sanki bilmiyor ondan tarafım
karalarımla baş kaldırıyorum
her kışın beyazı, her yazın kırmızısına
sığınarak ritmini bozduğum vücudumun affına
sonbahar şahsımla iş birliğine hiç yanaşmıyor
sadece yalvarıyor
kış kadar anlayışsız
-sonbahardan farksız- sen, hiçbir mevsimi var saymadan
her baharın bir sonu, her sonun bir baharı olduğunu
tabiat bağırsa da duymadan
akıllanıp, aymadan
teperek, istifleyerek geçmişe günleri -kırış kırış keten gibi-
istersin ki
varsın olsun tadına kanamadan
yeter ki uzak olsun yoğun bir kanamadan
yaşayıp gidersin
beni de içine itersin
içindeysem de bir fanusun -şırıltılı-
yaz kış üşümüyorsam, bunalmıyorsam
hiç huylanmıyorsam da
reddetmiyorum zambakla kuru soğanın botanikte bir yerde buluşmasını
-sonbahardan farklı-
çok şükür artık ağlamıyorsun
belli ki umursamıyorsun ketenin kırışmasını
bilmiyorsun
gece puslanmadan
sağanak hızlanmadan
aşık sızlanmadan var olmaz
ve bilmiyorsun
kaplanlar pısmadan
ozanlar susmadan
ciğer kan kusmadan
ellerim ellerine kavuşmaz
ellerin cehennem sıcak
ellerin cehennem gibi
ellerin cehennem
istemem zaten tırnağımın ucunun yanmasını
korkarım
nasıl bilirim acısını
ki suyla yandıydım
sen ise
gözümün içine baka baka güneşi ısırıyorsun
yapma diyorum
yanmam diyorsun
ağzın dilin çıban çıban olmuş
kaçıncı derece bir yanık bu?
ben olsam dayanamam
belki de ondan konuşmuyorsun
olsun...
bana yıldızlı sözler verme
hatta yıldızları bile
istemem hele güneşten ısırıklar
birkaç umutsuz bakış fırlat suratıma
bir tas serzeniş koy masaya
son ver bu muammaya
balkonda serçe gibi eğreti durma
bilmiyor musun
dert açılmadan
yol aşılmadan
aşk kavuşmadan bitmez
kavuşmak, tüm tarhı yolmak
kavuşmak, tabanları yollara vurmak
kavuşmak, Tibette yaşamak
istemem zaten başka memleketli olmak
bilmediğim eylülleri bilmediğim ekimlere bağlamak
bana yıldızlı sözler verme
hatta yıldızları bile
istemem hele güneşten ısırıklar
bir abanoz dalı tutuştur parmaklarım arasına
bir deniz gözyaşı serp yanağıma
kerli ferli bir ayrılık getir nihayet kapıya
son ver bu acımasız akına
sonbahar gibi yalvarma!
21 Ağustos 2010 Cumartesi
YALNIZLIĞIMI BUL, KONUŞ ONUNLA
yalnızlığımı bul ve konuş onunla
göz hizasında
gönül hizasında dur
kapkara bir gecede
bırak onu denizin bağrına
korkusuzca yüzsün
tuzlu su belki soldurur
yalnızlığımı bul ve konuş onunla
o ‘ben’im
bana gelen yol odur
ama söz ve eda kardeştir
yalnızlığımı soy ve seviş onunla
yangın ol
buz ateşle çözülür
4 Ağustos 2010 Çarşamba
AĞIDINA ÖĞÜDÜM OLSUN
bir el daha ateş et kızım
sağlam olsun
kurşun geçirmez anılara mı sarınmış
o ki bunca canına susamış
koyver, eski korkular
cehennemin kör koynunu bulsun
cinlere karışası bir oyuncak bebeğin saçlarını okşadın
yeni mi anladın sahteymiş
kendi saçına dön de bak
biri uğurböceği kondurmuş-muş
uğur diye bir şey yok kızım
yol ver, batıl inançlar
kocakarıların göğsünde saklı dursun
20 Temmuz 2010 Salı
YOL VER KANATLARINCA UÇSUN
saat bir daha üç
bir saat sonra
bir daha dört olacak
bilemez kimsecikler
gece nerede ölüp
sabah nerede dirildiğimi
kaça kurulup
kaçta çaldığımı kendi ellerimdeki eldivenleri
kimlerin yalanlarıyla dostluklar kurarken
hangi gerçeklerimin defterini dürdüğümü
işbu defterinse sonu baştı, başı son gibi
ellerim hani bilinçliydi
eldivenlerim çok tedbirli
bak ki
kanatlanıp uçayım derken
sarp yamaçlara çakılan
eli kanadı birbirine dolanmış ‘ben’di
saat bir daha dört
bir saat sonra
bir daha beş olacak
güneşle dünya arasında
yeni bir oyun başlayacak
kimsecikler dünyada bilemez
bu köşekapmaca usulünce
zihnimde kaç kuleyi devirdiğimi
hangi malzemeden yonttuğumu baltamı ve küreğimi
kaç aptalı inşa edip kendi bedenimde rol bellettiğimi
bilip bilmez gibi, görüp görmez gibi, duyup duymaz gibi
ah ne zordur... sevip sevmez gibi
ön koltuklarda oturan kimsecikler bile izleyemez
“ne sahneymiş ama” dediğim hayatın ortasında
zebellah gibi dikilen korkularımı
“aslında hepsi sahteymiş evelallah” diyen cesaretimle
her gece bir yatakta tepiştiren ‘ben’di
saat bir daha beş
bir saat sonra
bir daha altı olacak
çoğalacak sokaklarda insanlar
kanatlanıp uçmak isteyen birileri
insanlıktan çıkacak
sabahın cansız aydınlığında adımlarken halıyı balkona doğru
sessizliğin, sözsüzlüğün tadını yakaladığım anları
kaçırdığım anlardan çıkardığımda elimde kalanları
yağmacı gözyaşlarıma kaptırdığımı
kuşlardan başka kimsecikler bilemez
ve ağzımda dua, elimde maşrapa
akşamsefalarını “belki” diye sularken
ne vakit fışkırıp, taşıp
ne vakit kabımın şeklini aldığımı
sen bile görmedindi
balkonlardan sarkıp
“utanmıyorum da, korkmuyorum da”
haykırışı ağzında yarım kalan
üstünden bir zift silindiri geçerken
kendini asfaltta bulan ‘ben’di
günlerden ne, ayın kaçı oldu bilmiyorum
yıl, kurduğum hayal sayısının ikibin on katı
eyvah
aklıma neler sokuyorsun
ellerime neler yazdırıyorsun
hangi harfleri alfabeden çekip yan yana dizdiğimde laf
hangi heceleri dilin süzgecinden geçirdiğimde itiraf
bir yanıma baksam, baksam da kail olsam
her iki kelamdan biri değil mi gaf
içinden çıkamam bir bir hesaplasam
geçti gider her bir an en büyüğünden israf
saymayı bilemez oldum
kaç kaşifi haritadan sildiğimi
kaç mucidi yerle bir ettiğimi
kaç şairi bir kalemde çizdiğimi
zaman, mekan, eşya, insanlar
hangisi sanki benden taraf
etimden et koparıyorlar
eyvah ki eyvah
bu durduğum yer tek kelimeyle Araf
saat saat olalı
kimseye böyle eziyet etmedi
sağ elim ağız oldu, dil oldu, kalemim sağ oldu
vücuda gelen hastalıklı dizeler oldu
salınıp uçmuyorsun, sakınıp uçurmuyorsun
odalar üstüme atılmış ağ oldu
adem adem olalı
böyle eziyet görmedi
göz gözü vurmadan güneşi bekleyen
güneşleri birbirine aysız ekleyen
kırbaçlarken kanatlarına gölge edenleri
bir ilk ki, yalvarırken kekelemeyen‘ben’di
kanatlarımca uç
her inişte dizimde uyurken seyredeceğim seni
kanatlarınca uçayım
ters yüz edeceğim astarı yüzünden pahalı her gerçeği
eyvah ki ne eyvah
saat bir daha yedi
bana bir geceyi daha sabahlatıyorsun
hangi iplerden bir çırpıda geçip
hangi trapezlerden düşüp
hangi ağlarda canımı kurtardığımı
görmezden geliyorsun
canımı alıyorsun
günlerden ne, ayın kaçı oldu umurumda değil
yıl, kurduğum hayal sayısının ikibin on katı
ne olursa olsun
hayal benim hayal değil
kanunlarıyla sabit tabiatın hakkı
yol ver kanatlarınca uçsun
13 Temmuz 2010 Salı
GÖLGEDE
ne git
ne kal
bu asaletten yoksun
esaret tablosundaki yerini al
hiç açılmadan
topak yapılmış bir mektup gibi hissettiğinde
güneş hiç doğmamış gibi olacak
sonsuza kadar gölgede saklan
bendeki olmaz olası rüyayı da
yanına al
20 Haziran 2010 Pazar
KABUL, BECEREMEDİM
ben değil mi ölümüne yaşamadım
yaralar saramadım
karalar bağlamadım
ağrıyana dek yorulmadım
gör ki ayağımı uzatmadım
keyif de çatamadım
iyiyi kötüyü harmanlayamadım
adaklar adayamadım
sözler verip tutamadım
dilime dolayamadım
hayırlısı diyemedim
harmanlayamadığımdan öğütemedim
bilince nasıl kaybedeceğimi, değişemedim
ben değil mi kayıplara karışamadım
ayıplara erişemedim
kıyasıya çarpıştım
meydanda yenişemedim
kıyıp kesemedim
iplere dizemedim
aklımca kurdum da ne
kurtlara yetişemedim
niyetlendim yapmadım
elcikleri tutamadım
kapıları açamadım
bohçaladım ne var ne yok
eşikten aşıramadım
bilince görüp göreceğim bu, sakınamadım
ben ki hazineyi sandıktan çıkaramadım
bir cennet, iki cehennem
sıraya koyamadım
yakıp tutuşturamadım
tutuşanı yakıştıramadım
kınalar yakamadım
zaten define aramadım
eskiye rağbet etmedim
yeniyi benimsemedim
esip ama savurmadım
gürleyip ama yağmadım
hep içimi yağmaladım
dikiş tutturamadım
bilince değmeyeceğini, üstelemedim
ben değil mi yaşamayı beceremedim
hallice bir kahramandım
peri masalını öyküleştiremedim
yanağımı pembeleştiremedim
bir renk, iki katran karanlık
katıp karıştıramadım
takıp takıştıramadım
kabuslar boy boy oldu
geceye tıkıştıramadım
rüyalar...
adı üstünde
hayata sıkıştıramadım!
1 Haziran 2010 Salı
SUÇLAMALAR
sarmaş dolaş olmakla karıştırıyorsun
kolların, sarılmanın ne hassas bir iş olduğundan bihaber
göğsüm, sırtım, omuzlarım kollarınsızlıktan derbeder
sarılmakla sarmayı bir sayıyorsun
bilmiyorsun işte!
sana bu saatten sonra sarılmayı öğretecek sabrım yok sanıyorsun...
ağzından kerpetenle laf almaktan daha mı zor ki?
değil mi ya ne pişman olmayı biliyorsun, ne iyi ettim demeyi
susuyorsun
dilsiz harita gibisin
bilmiyorum kaç yücelikte dağlar,
nerede düze çıkılır, nerede sulara dalınır
mütereddit yerleştiriyorum renkleri
o kadar silik ki elime tutuşturduğun kalemler
o kadar zor ki sol elle kalem tutmak
sen o kadar susuyorsun ki
kulaklarım tıkalı sanıyorum
sana öyle susuyorum ki
milyonlarca ses arasında çünkü çığlığımı ifade edecek desibel yok
sana öyle susuyorum ki
yok
yangınımla baş edecek sıvı yok
yok yeryüzünde!
her rüzgârda bir parçası dağılmış, kavrulmuş bir kuru yaprak kaldım
asılacak takatim yok dalında
aslında aşklarımızı kıyaslayacak, mısralaştıracak hevesim de yok
bilmiyorsun ki şiirin kıymetini
hiç şiir özleyecek kadar duygu yüklendin mi?
ne sancılıdır iki mısrayı gelin güvey etmek
arzular, hasretler, sitemler katar katar gelir
âşık sözcükleri katar katar yakıştıramaz
sana göre değil başı sonu olan şeyler zaten
başladığını, hatta başlattığını ne sürdürmeyi biliyorsun, ne bitirmeyi
sürüncemede bırakmayı tercih ediyorsun
laflar sürünüyor, soluklar sürünüyor, aşk sürünüyor
oyunu da kapalı kullanıyorsun
değil mi ya sürüngenler iktidar olsa
tüm âlem galeyana gelmez mi?
tüm âlem dut yemiş bülbül olsa
aslan kuyruğunu kıstırır gider mi?
ne kalmayı biliyorsun, ne gitmeyi
kovmayı kolay buluyorsun
kovana çomak sokup kovaları boşaltmaktansa
sürüncemede bırakıyorsun
gitmek sürünüyor, kalmak sürünüyor, gitgeller sürünüyor
ama sabır aslında özümüzde yok, üveydir
dolup durdukça, yosun sürünüyor kovalara
yosun sarar, su taşar bir gün
o gün hâlâ seven yamandır, hem de beydir
bilmiyorsun ama sevmeyi
sevmeyi sevişmekle geçiştiriyorsun
köpek gibi sevmeyi bilmiyorsun
sevmeyi bir yavru köpeğe acımak gibi sanıyorsun
diyorsun ‘it ürür, kervan yürür’
yürüt kervanını, yükün baharat olsun, kat aşıma
hiç diyeceğim yok
acıya da dayanırım, açlığa da
ama âşıklığa çare yok
âşıklık canıma tak ettikçe
dönüp seni suçlamaktan başka
elimden gelen bir şey yok...
9 Mayıs 2010 Pazar
ACILARINA NAZARLAR DEĞSE
anam
sen
neleri büyüttün
neleri küçülttün
güzeller güzeli yüreğinde?
ne kadar da kadındın
içini çeke çeke ağlarken
ne kadar da erkektin
gözlerinde şimşekler çakarken
ben yirmili yaşlarını bildim
sen hiç çocuk oldun mu ana?
sen hiç genç kız oldun mu?
doğduğunda bebek miydin
yoksa doğrudan acılara mı doğdun
ana kalıbında?
2 Mayıs 2010 Pazar
UMUTSUZ
bu gece
ilk kere
dua ettim
senden bıkayım diye...
ilk kere
İstanbul kendi boğazını değil, benim boğazımı kıstırdı iki yandan
çizgi filmlerdeki gibi koşarak
dağları, tepeleri aşıp
orada son avaz bağırıp
aynı hızla geri basıp
gözlerim avuçlarıma gelene dek ağlayacak bir yer yok İstanbul’da...
ilk kere Anadolu’nun hiç bilmediğim, ıssız bir köşesini hasretledim
ilk kere
git diyen, kal diyen, bilmiyorum ne yaparsan yap diyen gözlerini
yarısı boş bir kaba koyup
yabani umutlarımı
yarısı dolu o kaptan
bir Sivas Kangal'a yanaşır gibi çekine korka besledim!
dünkü boşu dolu
dünkü eğriyi doğru
dünkü yakını el
dünkü kurağı sel etmek için...
mutsuzlukla güreşip duran benliğimi minderden uzaklaştırmak için
bu masanın başından bir kalksam
bu kalemi artık kırsam
bu mutsuz kollarımı, kulaklarımı, dudaklarımı
mutsuz saçlarımdan çeke çeke
bu dipsiz kuyudan çıkarsam derken
anladığım gerçeğe istinaden içime seslendim:
mutsuz yaşanır, umutsuz yaşanmaz!
18 Nisan 2010 Pazar
ÇÖZ SALLARI, BIRAK AKINTIYA
rüzgârgülümsün
nereye savrulduğumu bilirsin
çöz salları, bırak akıntıya
batarsa batar, çıkarsa çıkar
belki kendini bulur dalgaların koynunda
amatör denizcilikten kurtuluruz
belki denizin dibini bulur
değdi der, avunuruz
çöz bu yalım yalım bağları
sevdan ayaklarıma dolanmış
hiç fark etmemişim
öyle bir esmişsin ki sap saman karışmışım
sessiz sedasız dalmış,
çığlık çığlığa pişman olmuş,
bir avazda kurtulamamışım
katranı kaynatmışım, şeker olmamış, neyleyim?
kırk tane fırın bulmuş da ben mi yememişim?
kırk gün kırk kahvaltıda kırk ant içmiş,
ince ince avuntular biçmişim
acılarımın açtığı gedikleri kapatmaz ya
yine de kırk yama seçmişim
bir bakışınla teyellerimi sökmüşsün
iplik iplik çözülmüş,
antlarımın üstüne kırk bardak soğuk su içmişim
12 Nisan 2010 Pazartesi
ADIMLAR
artık benim gidecek yerim yok
yer gök kabarmış
yerde ne kadar toprak kaymış
gökten ne hâl yağmur yağmış
daha gidecek gücüm yok
gidiş dönüşleri su yolu ederken
pabuçlarımın pençeleri erimiş
topuklarımı toprak kemirmiş
geçmiş hayatın hayvan pençesiyle
yırtılan sağ gözümden
kan sağıyor gelecek hayat
işte bugün hayat bir kabir kadar dar
ama korkmam ömrübillah sürmesinden
ölüm ağıdı bile
mevta toprağa girene kadar
artık benim gidecek yerim yok
inim inim isyan var bedende
ağır baş,
ağrılı yürek,
çatık kaş,
kırık bilek
coşmuş damarları çevreleyen ergen ten
daha gidecek gücüm yok bu enlemde
durgun göl suyu olma ümidiyle bulur
bitkin bir dere
adım atacak gücü
durulmayacak illeti ayakta tutan güdü
için için çekişme var bedende
hem, çekmişler ipini azalarımın – ekserisi öldü –
adımlara yetişecek can yok bende
ileride tadılacak gün, gece, mevsim
arkamdan ağlayan kadınlar
ortada dikilmiş, çaresizce dalar sol gözüm
ama sayılı günse, sayılı olmalı adımlar
bu da ezber ettiğim dersim
helallik bile üç sayısı kadar
adımlar, kötürüm günlerimi hatırlatmakta
ağrılar, vazgeçmemecesine hırpalamakta
deli başımı kaldırıp maskemi aralasam
yüreğim sevinir, benliğim övünür
aralıktan bir zerre bakış
belki anama dizlerini dövdürür
belki de hayırlısıyla eski beni öldürür
adımlar ayaklardan kesmişse umut
ellere görkemli bir devir teslimle
ola ki başka bir enlemde ve iklimde
bir çıkış olabilir mi amut
tabanlarım sürümese, sağ gözüm göstermese de
avuçlarımla yol alsın
yarısı zaten devrilmiş ömür – tanımasın hudut –
ellerini yılan gibi sarmış siğil
ne çemberlerden geçmişim
ben de bilirim birkaç sihir
ten yarasına mı esir olacağım
aklımı doğru yere devşirmişim
hayat, doğru yaşanırsa her adımda epik şiir
her nefesime saplansa da birer ok
ne müttefik ne düşmanım
ne terbiyeci ne aslanım
sağım, solum, rengim, cinsim yok
ne sahibim ne konuk
alacağa vereceğe karnım tok
ne hancıyım ne yolcu
cambazım
benim artık gidecek yerim çok