bu sabah Cahit Sıtkı okurken ağladım anne
oysa daha otuzbeş değilim
yaşamla ettiğim danstan yoruldum anne
sanki un kurabiyesiyle mutlu olan çocuk ben değilim

20 Haziran 2010 Pazar

KABUL, BECEREMEDİM

bilince ne gün öleceğimi, dayanamadım
ben değil mi ölümüne yaşamadım
yaralar saramadım
karalar bağlamadım
ağrıyana dek yorulmadım
gör ki ayağımı uzatmadım
keyif de çatamadım
iyiyi kötüyü harmanlayamadım
adaklar adayamadım
sözler verip tutamadım
dilime dolayamadım
hayırlısı diyemedim
harmanlayamadığımdan öğütemedim

bilince nasıl kaybedeceğimi, değişemedim
ben değil mi kayıplara karışamadım
ayıplara erişemedim
kıyasıya çarpıştım
meydanda yenişemedim
kıyıp kesemedim
iplere dizemedim
aklımca kurdum da ne
kurtlara yetişemedim
niyetlendim yapmadım
elcikleri tutamadım
kapıları açamadım
bohçaladım ne var ne yok
eşikten aşıramadım

bilince görüp göreceğim bu, sakınamadım
ben ki hazineyi sandıktan çıkaramadım
bir cennet, iki cehennem
sıraya koyamadım
yakıp tutuşturamadım
tutuşanı yakıştıramadım
kınalar yakamadım
zaten define aramadım
eskiye rağbet etmedim
yeniyi benimsemedim
esip ama savurmadım
gürleyip ama yağmadım
hep içimi yağmaladım
dikiş tutturamadım

bilince değmeyeceğini, üstelemedim
ben değil mi yaşamayı beceremedim
hallice bir kahramandım
peri masalını öyküleştiremedim
yanağımı pembeleştiremedim
bir renk, iki katran karanlık
katıp karıştıramadım
takıp takıştıramadım
kabuslar boy boy oldu
geceye tıkıştıramadım
rüyalar...
adı üstünde
hayata sıkıştıramadım!

1 Haziran 2010 Salı

SUÇLAMALAR

bilmiyorsun sarılmayı
sarmaş dolaş olmakla karıştırıyorsun
kolların, sarılmanın ne hassas bir iş olduğundan bihaber
göğsüm, sırtım, omuzlarım kollarınsızlıktan derbeder
sarılmakla sarmayı bir sayıyorsun
bilmiyorsun işte!
sana bu saatten sonra sarılmayı öğretecek sabrım yok sanıyorsun...
ağzından kerpetenle laf almaktan daha mı zor ki?
değil mi ya ne pişman olmayı biliyorsun, ne iyi ettim demeyi
susuyorsun
dilsiz harita gibisin
bilmiyorum kaç yücelikte dağlar,
nerede düze çıkılır, nerede sulara dalınır
mütereddit yerleştiriyorum renkleri
o kadar silik ki elime tutuşturduğun kalemler
o kadar zor ki sol elle kalem tutmak
sen o kadar susuyorsun ki
kulaklarım tıkalı sanıyorum
sana öyle susuyorum ki
milyonlarca ses arasında çünkü çığlığımı ifade edecek desibel yok
sana öyle susuyorum ki
yok
yangınımla baş edecek sıvı yok
yok yeryüzünde!
her rüzgârda bir parçası dağılmış, kavrulmuş bir kuru yaprak kaldım
asılacak takatim yok dalında
aslında aşklarımızı kıyaslayacak, mısralaştıracak hevesim de yok
bilmiyorsun ki şiirin kıymetini
hiç şiir özleyecek kadar duygu yüklendin mi?
ne sancılıdır iki mısrayı gelin güvey etmek
arzular, hasretler, sitemler katar katar gelir
âşık sözcükleri katar katar yakıştıramaz
sana göre değil başı sonu olan şeyler zaten
başladığını, hatta başlattığını ne sürdürmeyi biliyorsun, ne bitirmeyi
sürüncemede bırakmayı tercih ediyorsun
laflar sürünüyor, soluklar sürünüyor, aşk sürünüyor
oyunu da kapalı kullanıyorsun
değil mi ya sürüngenler iktidar olsa
tüm âlem galeyana gelmez mi?
tüm âlem dut yemiş bülbül olsa
aslan kuyruğunu kıstırır gider mi?
ne kalmayı biliyorsun, ne gitmeyi
kovmayı kolay buluyorsun
kovana çomak sokup kovaları boşaltmaktansa
sürüncemede bırakıyorsun
gitmek sürünüyor, kalmak sürünüyor, gitgeller sürünüyor
ama sabır aslında özümüzde yok, üveydir
dolup durdukça, yosun sürünüyor kovalara
yosun sarar, su taşar bir gün
o gün hâlâ seven yamandır, hem de beydir
bilmiyorsun ama sevmeyi
sevmeyi sevişmekle geçiştiriyorsun
köpek gibi sevmeyi bilmiyorsun
sevmeyi bir yavru köpeğe acımak gibi sanıyorsun
diyorsun ‘it ürür, kervan yürür’
yürüt kervanını, yükün baharat olsun, kat aşıma
hiç diyeceğim yok
acıya da dayanırım, açlığa da
ama âşıklığa çare yok
âşıklık canıma tak ettikçe
dönüp seni suçlamaktan başka
elimden gelen bir şey yok...