bu sabah Cahit Sıtkı okurken ağladım anne
oysa daha otuzbeş değilim
yaşamla ettiğim danstan yoruldum anne
sanki un kurabiyesiyle mutlu olan çocuk ben değilim

1 Şubat 2011 Salı

SERAZAT NARA


bir afetin can yerinde bırakırken bedenimi
ateşe, toprağa, suya olaydı keşke
boşluğa bırakmış oldun canımı!
emanete hıyanetiyle iyi bilinen boşluk
geçmiş günleri yuvarlayarak hiç etti önce
düz gösterip, ters gidenlerden kıldı seni
var bilinip, yok bile olmayı bilemeyen...
fırsatçı parçacıklarla dolmayı seven boşluk
gelecek günleri ufalayarak piç etti sonra
sırtüstü yüzenlerdene karıştın sen
keyif çatarmış gibi görünüp, acı çeken...
-şiir bu ya- ebedi billah sevilmeyi beceremeyen...

yaşayabilmekten çok uzağım yedi günlerdir
duvarlar derin derin içine çeker boş bakışları
geceyarısından sonra bir çift göz tükürür
-sadece adı var- aldığım soluk,
artık ‘solmak’tan türemiş bir sözcük
çıkıp gittiğin o gün, elini sallamana bakıp
geri dönmeyeceğini düşünmek çılgınlıktı
beklemek ezelden gelen alışkanlıktı
belki hatırlamazsın en çok kollarım üşür
kollarım ürperdikçe dizlerime sarıldı
dayanılmaz acı yoktur diye tutturmuştur
bir çılgın kalem sallar her gece, gözleri oyuk


bir afetin can yerinde bedenimi bırakırken
vücuda getirmiş oldun yeni bir dönemi
değil zaman dilimi, kanlı canlı oturdu çekip iskemleyi
saçı rüzgârdan ve çiseden sertleşmişti
asabileşmişti saçı, ağzından küfür eksik olmuyordu
dağların, yolların, kamyonların dahi bilmediği küfürler
köprülerden geçerken ağzında taşım taşım köpürüyordu
ağzı yuttuklarının ve yutamadıklarının muharebe meydanıydı
dışarıdan içeriye girmek isteyenler
aşağıdan yukarıya çıkmak isteyenler
içler... dışlar... kıyasıya çatışıyordu yutağında
bu denli bir başıma hislediğim bugün olsun söyle bana
benim vazgeçtiğim günle kaç gün var
senin vazgeçtiğin gün arasında
yutağın hazmedileceklere açılan son kapısında?

köklerime kireç vurulmuş, yalnızlığı köklemiş
son hızla şehirler arası yollarda incilerimi dökerken
yerimi tespit eder, ne de iyi eder, anılar
damlardan miskin güz kuşları kanatlanır
ardından kahverengi dallar, kahverengi yapraklar
kahverengi şunlar, bunlar, senin yanına kâr kalanlar...
dört bir yandan gagalarıyla havalandırır
çalı süpürgeleriyle parlak, mat incileri toplarlar
dağ yollarında gesi bağları...ıslık ıslık, mırıltı mırıltı
bir elim diğerini hep kıskanırdı
değildi kahverengi de
neydi aşkın rengi?
iki kişilik dev bir koro değildi de
neydi benim özlemim - senin özlemin birliği?

yaz geri gelecekti bulutları sıkmasaydın
yerle gök birleşecek, bükülecekti
salıncak olacak, uyutacaktı anın gelmişini, geçmişini
korkulası bir şey değildi aşk; kaçılası, saklanılası değil
kordan çekiçle çakmışlardı bedenime tutunmuş senli limeleri
savrulup harcanası günler değildi bu günler...
soğuktur oralar da senin gibi, bana ettiklerin gibi
en az senin kadar soğuktur oralar, son sözün kadar
buzdan kerpetenle söktün bakmadan nereye saplanmışlar
beni sımsıcak, dingin benle yaşatan sana dairleri

geri getirecektin yazı kirazıyla, sıcağıyla
tam da şuraya baş koyacaktın
taş-soğuk, alaca karanlık komayacaktın
bu hırpalanmış bedenin civarında
ben sabır giyinip selamet taranacaktım
kime yasak turfanda meyve bulmuşken dala uzanmak
bana mı er, sana mı geç serazat naralar atmak
sardığımız şerit eksik, sen eksiksin, ben eksiğim...
emanetin canı azdır bildiğim gibi
yarımı, tamı bilirim -o kadar da küçük değilim-
sana mı kor, bana mı zor bir kez gururdan arınmak?.